Mizah, yaşama kavgası içerisinde insan için hayatı çekici kılan bir olgudur. İnsan, mizahı bir endüstri haline getirse de bazen hayatın en çetin anlarında tamamen doğal bir şekilde mizah ile karşı karşıya kalır. En güzel mizah doğal, hayatın içinden ansızın çıkan mizahtır. Kaldı ki endüstriyel mizah da malzemesini buradan alır. İşte böylesine doğal mizah barından bir hadise de, Türklerin ölüm kalım savaşına girdiği bir dönemde, Milli Mücadele yıllarında Mustafa Kemal Paşa ile Alfred Rüstem arasında cereyan etmiştir.
Osmanlı’ya iltica etmiş bir Polonyalı olan Sadettin Nihat Paşa’nın oğlu olarak 1862’de Midilli’de dünyaya gelen Ahmet Rüstem’in doğum adı “Alfred Bilinski” dir. Daha sonra kendi isteğiyle İslamiyet’i seçerek “Ahmet Rüstem” adını almıştır. Nevi şahsına münhasır bir kişilik olan Ahmet Rüstem Bey, başarılı bir hariciye kariyerinden sonra 24 Haziran 1914’te Amerika Birleşik Devletleri’ne ilk defa “Büyükelçi” sıfatıyla giden diplomatımız olmuş, bu da kendisinin son hariciye görevi olmuştur. Ülkesine bağlı bir Osmanlı memuru olarak Rüstem Bey, Amerikan basınında Türkiye aleyhine “Ermenilere zulüm” başlığı altında yapılan kara propagandalara sessiz kalmak istememiştir. Tüm diplomatik kaideleri bir kenara koyan Rüstem Bey, adeta bir Tatar Ramazan edasıyla “Ben bu oyunu bozarım huleyn!” diyerek gazetelere yazılar yazmış, demeçler vermiş; Çerkeslere zulmeden Ruslara, Cezayirlileri katleden Fransızlara, Hintlileri zincire vuran İngilizlere, Filipinliler ve siyahilere aman vermeyen Amerikalılara vermiş veriştirmiş, onların ipliğini pazara çıkarmıştır. Tabii buna mukabil Amerika’da istenmeyen adam ilan edilen Rüstem Bey, ABD Dışişleri’nin baskısına rağmen özür dilemeyi reddederek aynı yılın Ekim ayında ABD’den ayrılmıştır. (1)
Ahmet Rüstem Bey, heyecanlı ve gözü pek karakterinin yanında alınganlıklarıyla da meşhur bir kişiydi. Bu alınganlığı Milli Mücadele yıllarında bahsedeceğimiz şu ilginç olaya da sebep olmuştur. 1920 yılının başlarında Ankara’da Mustafa Kemal Paşa ile on beş kişilik bir sofrada öğle yemeğinde bulunan Rüstem Bey, uzun zaman sonra zengin bir yemek menüsüne denk gelmiştir. O zor günlerin şartlarında kırk yılda bir denk gelen zengin menünün tadını çıkarsın ve iştahı hemen kapanmasın diye kendisine “yemek arası sigara içmekte acele etmemesi” tavsiyesinde bulunan M. Kemal Paşa’ya ciddi şekilde alınmıştır. Hatta “Sigara içmeye de sizden müsaade mi alacağız?” kabilinden birkaç laf ederek olay çıkaran Rüstem Bey’in öfkesi, M. Kemal Paşa’nın alttan almasıyla da soğumamış olacak ki işi daha da uzatıp onurunu kurtarmak için Paşa’ya düello teklifinden bulunmuştur. Evet yanlış duymadınız Mustafa Kemal Paşa’yı basbayağı düelloya davet etmiştir. Ayrıntıları gelin olayın şahidi olan Mazhar Müfit Kansu’dan dinleyelim: (2)
“Pirzola yendikten sonra sofrada Paşa’nın karşısında oturan Rüstem Alfred Bey bir sigara yaktı. Paşa: “Acele etme Rüstem Bey, pirzoladan başka daha neler var? Bugün fevkalâde” dedi.
Rüstem Bey – Sizden müsaade almaksızın sigara içmeyi muvafık-ı âdâb ve muaşeret (görgü ve nezakete uygun) görmiyerek bu ihtarda bulunuyorsunuz; halbuki yemek arasında sigara içilmesine siz ne vakitten beridir müsaade ettiniz ve hep içilmekte iken, bugün neden ayrıca müsaade almaya lüzum görüyorsunuz? cevabıyla sertleşti.
Paşa – Canım, yemek arasında sigara içilmesini, ancak iştihamızın kapanarak, az yemek yememiz için usul ittihaz (kabul) etmiştik. Bugün ise etten başka helvamız da var, onun için sigara ile iştiha kapanmaması için, sigara içmekte acele etmeyiniz, dedim, cevabiyle şakada bulundu.
Rüstem Bey, bu cevapla iktifa etmiyerek (yetinmeyerek) hiddetle sofradan kalktı, gitti. (…) Rüstem Bey her nedense bugün o terbiyeli tavır ve hareketini ve sükûn ve sükûnetini kaybetmişti.
Yemekten sonra, odama geldiğim zaman Rüstem Bey’i odamda, yuvarlak masasının kenarında oturmuş, elindeki kurşun kalemiyle bir kâğıda bir takım çizgiler, resimler yapmakta, can sıkıntısına mahsus bir vaziyet almış buldum. Ben de karşısına oturdum.
Rüstem Bey – Monşer, işin şaka ciheti (tarafı) yoktur. Paşa’nın on beş kişilik bir sofrada beni, âdâbı muaşeretten bîhaber farziyle tahkiri (aşağılaması), tahammül edilecek bir hal değildir. Sizin namusunuza tevdi ediyorum (teslim ediyorum). Aramızdan başka hiçbir arkadaş bilmemek şartiyle Paşa’yı düelloya davet etmek ve bu suretle haysiyetimi muhafaza eylemek mecburiyetindeyim. Sizi vekil tayin ediyorum, Paşa’ya iblâğ ediniz (iletiniz).
Ben, hayretle Rüstem Bey’in yüzüne baktım:
- Düello mu?
- Evet.
- Paşa’yı öldürmek mi istiyorsunuz?
- Hayır, bilâkis ben ona zarar vermiyeceğim, ben öleceğim veya yaralanacağım. Bu suretle haysiyetim muhafaza edilmiş olacak.
Bunun üzerine yarım saat kadar münakaşa ettik. Rüstem Bey’i kandırmak mümkün olmadı.
Ben, derhal Paşa’nın odasına gittim, akıl ve mantığın kabul etmediği, Rüstem Bey’in bu çocukça ve mecnunane (delice) teklifini, şaka ve alay tarzında bir ifade ile Paşa’ya anlattım, her ikimiz birer kahkaha salıverdik.
Mustafa Kemal Paşa – Ne oldu bu adama, çıldırdı mı?
Ben – Aklından biraz zoru var galiba, bugün ne olmuş bilmem.
Mustafa Kemal Paşa – Demek ben de şahitleri tâyin edeyim, öyle mi?
- Sade o kadar değil, silâh intihabı (seçimi) da size aitmiş, bunu da intihap ediniz. Rüstem Bey’e tebliğ edeceğim.
- Acaba hangi silâhı tercih etsek!.
- Bence modern bir silah olsun.
- Yani ne demek?
- Süpürge sopası demek.
Uzun kahkahalarla bu görüşmeye nihayet verdik. Odama geldim. Rüstem Bey bekliyordu.
- İntihap ettiği (seçtiği) silâh nedir?
- Modern bir silâh, şimdiye kadar düelloda hiç kullanılmamış bir silâh.
- Neymiş o?
- Süpürge sopası.
Nihayet Rüstem Bey’e pek ciddi olarak dedim ki:
- Rüstem Bey, evvelâ sizi tahkir eden (aşağılayan) yok. Saniyen (ikincisi), bu hareketiniz şâyi olursa (duyulursa) arkadaşlar arasında kazandığınız mevki ve hürmeti kaybedersiniz. Salisen (üçüncüsü), böyle firengâne (batı tarzı) hareketler, sizi biz milliciler arasında fena bir mevkie düşürür ve hattâ aramızdan geldiğiniz yere, yâni İstanbul’a avdetinizi (dönüşünüzü) icap ettirir. İşte o zaman sizi bilenler arasında kovulmuş damgasıyla fena bir şöhret almış olursunuz. Odanızı teşrif ediniz de, müsterih olunuz; cereyan etmiş bir mesele yoktur. Kemafissabık (eskiden olduğu gibi) işimize bakalım.
Rüstem Bey, biraz daha sözü uzattı ve nihayet bana da dargın bir şekilde odadan çıktı. Akşam yemeğine de gelmedi, ertesi gün gerçi göründü amma, hep çatık çehreli idi.
Nihayet, aradan bir müddet geçtikten, vaziyet eski şeklini aldıktan sonra, İstanbul ahvali (olayları) hakkında Avrupa gazetelerine yazı yazmak üzere İstanbul’a gitti. Ve Ankara mebusu intihap edilmişken (seçilmişken) yine böyle bir hiç yüzünden istifa etti. İstanbul’da kaldı; fakat geçinecek bir serveti olmadığından kendisine ayda 150 lira verilerek yazı yazmakla tavzif edildi. (görevlendirildi)"
İşte Ahmet Rüstem Bey’in serdengeçti mizacıyla alınganlığı birleşince ortaya izahı olmayan ama mizahı olan bir olay çıkmış oldu. Ahmet Rüstem Bey de adını tarihe “Atatürk’ü düelloya davet eden adam” olarak yazdırmayı başardı ve o çetin günlerin en çetin anlarında Mustafa Kemal Paşa’da bir nebze gülümsemeye sebep oldu. Ahmet Rüstem Bey’in anlık öfkesi ve gururuna yenik düşerek yaptığı bu çocukça davranışa biz de Atatürk gibi gülüp geçiyor, Polonya asıllı olmasına karşın vatandaşı olduğu ülkenin ve Türklerin hakkını savunmak adına gerek dışişlerinde gerekse Milli Mücadele’de gösterdiği üstün gayretleri dolayısıyla kendisini saygı ve şükranla yad ediyoruz.
(1) Erdal Açıkses, Osman Kubilay Gül, “Osmanlı Toplumunda Aidiyetlik Duygusuna Bir Örnek: Ahmet Rüstem (Alfred Bilinski) Bey”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 19, Sayı: 1, Elazığ, 2009, s. 169-184.
Süleyman Beyoğlu, "Milli Mücadele'nin Az Bilinen Bir Siması: Ahmet Rüstem Bey (Alfred Bilinski 1862-1935)", Tarih Dergisi, Sayı: 46 (2007), İstanbul, 2009, s. 319-335.
(2) Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, Cilt II, TTK, Ankara, 2019, s. 509-511.
Tebrikler... Akıcı bir üslupla, tarihi sevdirmenin nasıl olacağını anlatmışsınız.
YanıtlaSilÇok teşekkür ederiz efendim.
YanıtlaSil