10 Kasım 2020 Salı

KOSKOCA BİR TARİH

 


            “Kılıç bak, koskoca bir tarih göçüyor!”

Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak'ın, Atatürk’ün yanı başında 10 Kasım 1938'de ve tam da 09:05'te Kılıç Ali Bey’le beraber gördüğü manzara karşısında ağzından bu kelimeler dökülüvermişti. Atatürk'le yan yana o macerayı yaşamış insanlar için çok büyük bir hüznün ifadesiydi bu kelimeler. Gerçekten koskoca bir tarih göçüyordu bu dünyadan, gözlerinin önünde... Atatürk 57 yıllık yaşamına Soyak’ın deyimiyle koskoca bir tarih sığdırmıştı. Öyle ki vefatının ardından, The Times Atatürk için “Türkiye’nin tarihi ile kendi hayat hikayesi adeta bütünleşmişti.” diyordu.

Kulakları tırmalayan çatırtılarla yıkılmanın sinyallerini veren, 28 senedir uluslararası arenada hasta adam olarak nitelenen bir imparatorlukta doğan Atatürk; bu toz dumanın içinde büyümüş, ülkesini kurtarmanın hayaliyle yanıp tutuşmuştu. Nitekim tarih, askeri ve politik dehasıyla ülkesini bir uçurumun eşiğinden nasıl döndürdüğünü de yazmıştır. Fakat onu koskoca bir tarih yapan şeylerden birisi, ülkesine hasta adam ve kendisine çete başı diyen, yıllarca boğaz boğaza harp ettiği düvel-i muazzamaya kendisini saydırması ve çağının ötesine geçmiş bir lider olmasıdır. Bunu askeri kariyerinin yanı sıra, dahi bir önder, cesur bir devrimci ve gerçekçi bir barış adamı olarak başarmıştır.

Atatürk’ün çağının ötesinde bir devlet adamı ve devrimci oluşunun, belli çarpıcı örnekleri vardır. Mesela 31 Ocak 1923’te İzmir’de halka yaptığı bir konuşmada: “Bir toplum, cinslerden yalnız birinin yüzyılımızın gerektirdiklerini elde etmesiyle yetinirse, o toplum yarı yarıya zayıflamış olur. Bir millet ilerlemek ve medenileşmek isterse bilhassa bu noktayı esas olarak kabul etmek mecburiyetindedir. Bizim toplumumuzun uğradığı başarısızlıkların sebebi kadınlarımıza karşı gösterdiğimiz ihmal ve kusurdan ileri gelmektedir.” demiştir. Akabinde 5 Aralık 1934’te Türkiye’de kadınlara tamamen seçme seçilme hakkı verilmiştir. O dönemin demokrasi ve medeniyet bayraktarı gözüken devletlerinden Fransa bunu ancak 1944’te gerçekleştirecektir.

Yine başka bir örnek de şöyledir. Mustafa Kemal Atatürk, çiçeği burnunda muzaffer bir Mareşal Generaldir. Siyasi gücü çoğunlukla henüz kazandığı İstiklal Savaşı’na dayanmaktadır. Böyle bir halde, 16 Mart 1923’te Adana’daki bir halk konuşmasında: “ … şu ve bu sebepler için, milleti harbe sürüklemek taraftarı değilim. Harp zarurî ve hayatî olmalı. Hakikî kanaatim şudur: Milleti harbe götürünce vicdanımda azab duymamalıyım, öldüreceğiz diyenlere karşı “ölmeyeceğiz” diye harbe gidebiliriz. Lâkin, HAYAT-I MİLLET TEHLİKEYE MARUZ KALMAYINCA, HARB BİR CİNAYETTİR.” beyanında bulunmuştur. Çağdaşı olan medeni ülkelerin siyasi liderleri ise Atatürk’ün ölümünün senesi dolmadan tüm dünyayı kendi çıkarları için kana bulamaktan çekinmeyecekler, ancak 6 yıllık vahşetten sonra barışın kıymetini kısmen anlayacaklardır.

Atatürk bir asker olarak da mağlup ettiklerine karşı asil tavır takınmış ve kin gütmemiştir. Dumlupınar’da esir ettiği Yunan İşgal Orduları Başkomutanı General Trikopis’i Anadolu’da yapılan onca zulme rağmen centilmence huzuruna kabul etmiştir. İzmir’e muzaffer bir kumandan olarak girdiğinde daha önce Yunan Kralı’nın Türk bayrağını çiğnemiş olmasına karşın “O bir milletin timsalini çiğnemekle hata etmiş. Ben aynı hatayı yapamam.” diyerek önüne serilen Yunan bayrağını çiğnemeyi reddetmiştir. Çağdaşı olan medeni devletlerin liderleri, hasımları Japonya’nın sivil halkının tepesine iki kez “Atom Bombası” atmaktan çekinmemiştir.

Anlattığımız bu özellikler, Atatürk’ü ve Türkiye’yi dünyada hak ettiği saygın konuma getirmiştir. Mustafa Kemal Atatürk 10 Kasım 1938’de bedenen aramızdan ayrılığında geride bıraktığı izler eski düşmanlarının bile gözünden kaçmamıştır. 11 Kasım 1938’de İngiltere’de The Times onun için, “Atatürk, Hasta Adam’ı gömdüklerini sanan Avrupa devletlerine Türklerin arasında, fışkırıp devletlerini yeniden canlandırmak için bir önderin sihirli değneğini bekleyen hayat pınarları olduğunu gösterdi… Başarıları sadece ülkesinin Avrupalılaşmasıyla yani iç politikayla sınırlı değildi. Her zaman ilham kaynağı olduğu ve bazen bizzat yönettiği dış politika Türkiye’yi Batılı devletler arasında saygın bir konuma getirdi ve eski düşmanlardan yeni dostlar yarattı.” demişti. Fransa’da Le Monde Illustree gazetesi onu Napoleon Bonaparte ile özdeşleştiriyordu. İtalya’da Corriera Della Sera gazetesi de 11 Kasım 1938’de şöyle yazıyordu: “…Türk devleti, Kemal Paşanın ellerinde, 16 milyon nüfuslu bir devletin sahip olabileceğinden daha yüksek bir saygınlığa kavuştu.” Hatta 3 yıl boğaz boğaza savaştığı Yunanistan’da Kathimerini gazetesi ölümünün hemen ardından şöyle yazmıştı: “O, iki ülkeyi, Türkiye ve Yunanistan’ı birbirine yaklaştırdı. Barış ve ilerleme yolunda, dost ve müttefik yaptı. Ölüm, bir zamanın büyük rakibini, dünün büyük dostunu, her tür siyasi ihtirastan uzak, gerçek bir insan olarak, dünya tarihine teslim etti.”

İşte bu koskoca bir tarihin kısa bir ifadesidir. Büyük mücadelelerin, acıların, zaferlerin, devrimlerin ardından, ülkesine bıraktığı barış ve dostlukla dolu, saygıyla anılan bir miras. Bu mirasın bilincinde vefatının 82. yıldönümünde Atatürk’ümüzü en derin saygı ve özlemle anıyoruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder